Bankalardan çekilen paranın faizi nasıl oluyor?
Finans kurumlarının işlemleri neden faiz olmuyor?

Cevap;

Faizli bankalar faiz üzerine çalıştıklarından onlardan kredi çekmek faizi kabul edip ödemek demektir. Çünki banka size direk parayı veriyor. Sonra üzerine faiz işletiyor. Bu bir alım-satım değildir, faizdir. Ayrıca bankaya para yatırdığınızda hesabın durumuna göre size faiz veriyorlar. Sistem bu şekilde kurulmuş.

Fakat finans kurumları ise kar-zarar üzerine çalıştıklarından burada faiz olmuyor. Finans kurumlarında sistem şöyledir. Siz araba veya ev almak için bu kurumlara müracaat ediyorsunuz. Evi veya arabayı kurum satın alıyor size taksitle satıyor. Bu ise caizdir. Çünki bu bir ticarettir, alım-satımdır. Ayrıca finans kurumlarına para yatırdığınızda size yaptıkları ticaretten kar payı veriyorlar. Burada kar-zarara ortak olmak vardır.

İkisi arasındaki önemli fark akittedir. Birinde başta faiz sistemi var ve ona göre sözleşme yapılıyor. Diğerinde ise kar-zarara ortaklık sistemi var ve ona göre sözleşme yapılıyor. Bu ikisi zahiren birbirine benziyor. Fakat akit farkı vardır.

Bakara Suresi 275. ayette buna şöyle işaret vardır:

“Ribâ (fâiz) yiyenler (kabirlerinden), ancak kendisini şeytan çarpmış kimsenin, cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar! Bu, şübhesiz onların: “Alış-veriş (de) ancak fâiz gibidir” demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alış-verişi helâl, fâizi ise haram kıldı!

Bir kişi zengin. Lakin malının üstünden 1 yıl geçmemiş ise yine zekat vermesi gerekir mi? Yani adamın malı var, ama o mal sürekli değişiyor yani 1 sene üzerinden geçmiyor. Bunu nasıl olacak?

Cevap;

Sorunuzu iki başlık altında ele alıp cevaplamaya çalışacağız.

Soru:

A : Birkişi zengin. Lakin malının üstünden 1 yıl geçmemiş ise yine zekat vermesi gerekir mi?

Cevap:

Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri , o malın üzerinden bir kamerî yılın geçmiş olması şartıdır ki buna fıkıh ilminde “havelânü’1-havl” tabir edilir.

Hz. Peygamber, “Üzerinden bir -kamerî- yıl geçmedikçe, o malda zekât yoktur.(1)buyurmuştur. Fakihler, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn devirlerindeki zekât uygulamalarından hareketle ;Zekâta tâbi olan malların, “havelânü’1-havl” şartına göre iki grupta top­landığı görülmektedir. Birinci grupta zekâtın farziyeti için “üzerinden bir kamerî senenin geçmesi” şartı aranan para, ticaret malları ve hayvanlar, ikinci grupta ise bu şartın aranmadığı toprak mahsulleri, maden ve defineler yer alır.

Hanefîler’e göre; bir malda zekâtın farz olabilmesi için, o malın hem sene başında ve hem de sene sonunda nisaba ulaşmış olması şarttır. Bir kimse sene başında nisab miktarına ulaşan bir mala sahip olsa, bu mal sene içinde nisabın altına düşse, hatta tamamen tüketilse, fakat sene sonunda yine nisab miktarına ulaşsa, sene sonu hesabıyla zekâta tâbi olur. Meselâ demir ticareti yapan bir tüccarın deposunda sene başında yüz ton demir varken, sene içinde bunların bir kısmını satış yoluyla tüketse ve yerine elli ton demir alsa, sene sonundaki bu demir ile kasa mevcudunun zekâtını vermekle mü­kelleftir.(2)

Soru‘nun ikinci şıkkına geçecek olursak;

B : Malı var, ama o mal sürekli değişiyor yani 1 sene üzerinden geçmiyor. Bunu nasıl olacak?

Cevap: Ticaret malları, sene içinde kendi cinsleri veya başka bir malla değiştirilirse “üzerinden bir yıllık sürenin geçmesi” şartı kesilmiş olmaz. Tüccar sene sonunda sahip olduğu mallanmn değerini hesaplar, buna mevcut parasını ve alacaklannı ilâve eder. Bulduğu toplam değerin 1/40’ını (% 2.5) zekât olarak verir. (3)

 Kaynak:

1- İbn Mâce, “Zekât”, 5.

2- Diyanet vakf.ilmihali,c,1. S.433-434

3- Diyanet vakf.ilmihali,c,1. S 443

Vade Farkı

Cevap;

VADE FARKI

Bir malı peşin ucuz, veresiye veya taksitle pahalı satmak caizdir. Vade farkı istemek ise caiz değildir. Kredi kartını taksitlere böldüğünüzde ise banka otomotik olarak  fazla bir para almaktadır. Bu aldığı para gerek dolaylı ve gerekse dolaysz olarak  faizdir. Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de şudur ki Vadeli satışla, vade farkının ayrı şeyler olmasıdır. Mesela 10 milyon liralık malı,  5 milyon liraya satmak caiz olduğu gibi, vadeli veya vadesiz olarak 15 milyon liraya satmak da caizdir. Fakat vadesi dolduktan sonra, ödenemeyen aylar için vade farkı almak caiz olmaz. Ancak müşteri borcunu verinceye kadar, paranın değeri düşse, malın satıcı tarafından satıldığı gündeki değeri istenebilir. Diyelim ki, satılan mal karşılığı olan 40 milyon lira ile o zaman bir altın lira alınabildiği halde, şimdi paranın değeri düştüğü için aynı kıymette altın alınamıyorsa, mesela bir altın 80 milyon lira olmuşsa, müşteriden bir altın veya o değerde para istemek caiz olur. Böyle yapmakla vade farkı alınmamış, satılan malın değeri istenmiş olur. Satıcı zarara uğramadığı gibi, müşteri de fazla para ödememiş olur. Bu, imam-ı Ebu Yusuf’un kavlidir. (1)

Vadeli satışın caiz olup olmadığı konusu aşağıda ele alınacaktır.

Vadeli satışta vade karşılığı alman fazlalığın faizle ilişkisi öteden beri İslâm hukukçularını meşgul etmiş bir konudur. Ancak klasik fıkıh kültüründeki faiz anlayışına göre ifade etmek gerekirse, faiz paranın vade sebebiyle para kazanması, vadeli satış ise malın vade sebebiyle peşin değerine göre fazla paraya satılması olduğundan faizle vade farkı arasında fark bulunduğu ve vade farkının faiz olmadığı görüşü hâkim olmuştur. Diğer bir anlatımla, fakihlerin faiz tanımı esas alınıp şeklî ve objektif olarak bir değerlendirme yapıldığında, vadeli satışlarda satım sırasında belirlenen ve satım bedeline dahil olan vade farkının faiz olarak nitelendirilmemesi gerekir. Hanefiler de dahil fakihlerin çoğunluğunun görüşü bu istikamettedir. Akidlerde dış görünüş ve objektif ölçütler kullanıldığında çoğunluğun görüşü doğrudur ve kişiler kendi niyetleriyle baş başa olup bunun sorumluluğunu Allah’a karşı taşırlar.Aralannda bazı Mâlikîler’in de bulunduğu azınlığı teşkil eden fakihler ise akidlerde niyet, saik ve öze önem verip vadeli satışı, malın peşin değerinin vadeli olarak daha yüksek bir değerle satımı mahiyetinde görür, bu sebeple de vade farkını da bir tür faiz sayar. Bu son görüşte vadeli satışta aradan mal kaldırılıp para ile para mukayese edilmekte, tarafların zihninde de bu dönüşümün bulunduğu var sayılmaktadır.(2)

Kaynak: 1- Redd-ül Muhtar 2- İslam diyanet ilmihali ,c.1

Sorunuz için Halil Günenç hocanın Günümüz Meselelerine Fetvalar kitabında şöyle geçmektedir:

VADE FARKI

İslam dini ister peşin ister vadeli olsun alışverişi mubah kılmıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “ Allah alışverişi mubah kılmış, faizi de yasaklamıştır.” (1) Alışveriş peşin olursa normal olarak kar etmek tabii olduğu gibi, vadeli olursa da insaf dairesinde karşı tarafı yıkmadan belirtilen zamanı ölçerek kar etmek de tabiidir. Her tarihte bu tür alışveriş olmuştur. Yani alışverişte vade farkı alınmıştır.

Alışverişte vade farkını eklemek Cumhur-u Ulemaya göre caizdir.(2) Bu hususta ulema arasında ihtilaf olmamıştır. Ancak idraki kıt olan bazı kimseler, Peygamber (sav) : “ Bir satış için de iki satış yapmaktan men etmiştir.”(3) mealindeki hadise dayanarak alışverişte vade farkını eklemek caiz değildir, diyorlar. Hâlbuki bu hadis, vade farkından hiç söz etmiyor. Fukahadan hiç kimse de ona haml etmemiştir. Hadis ya akd içinde bir şartı koşmanın caiz olmadığını, mesela: Zeyd’in evini bana 100 bin liraya satarsan ben şu tarlamı 150 bine sana satarım, demesi gibi. Veya semen (bedel) belli olmadığından mesela: şunu peşin olarak bine, vadeli olarak ikibine “ sana satarım” şeklinde yapılan akdin muteber olmadığını ifade ediyor. Şayet semen belli olur, kesin bir fiyat üzerinde anlaşılır, mesela: peşin olarak fiyatı 1000 lira olan bir meta’ için veresiye 2000 e sattım ve müşteride aldım denilirse vade farkı eklendiği halde, kesin olarak bu alışveriş caizdir.(4) Hatta bir kimse satılık meta’ için peşin fiyatı şu kadardır, veresiye fiyatı da bu kadar dese, yani hem peşin hem de vadeli fiyattan söz edip, bilahare bir fiyat üzerine akd yapılsa yine caizdir.(5)

Muhammed el – Hamid, alışverişte vade farkını eklemek hususunda şöyle diyor: “ Vade farkını eklemek haram değildir, faizle münasebeti yoktur.”(6).

Ancak alışveriş ister peşin ister vadeli olsun insafa göre cereyan etmezse haram ve bereketsiz olur. Bunun için satıcı, kendi durumunu nazar-ı itibare alması gerektiği gibi alıcının durumunu da nazar-ı itibare alması gerekir.

1-  Bakara 175

2-  Neylü’l – Evtar c.5, s.153

3-  Tirmizi

4-  El – ahvazi, şerh et- Tirmizi c.2,s.236 Hint bşk. El – Mühazzab c.1,s.266.Mugni’l-Muhtac,c.2s.31.İbn-ii Abidin c.4,s.171.c.5,s.482

(5)  Aynı eser aynı sayfa

(6)  Rüdudün ala Ebatil s.17

SONUÇ

Vadeli ve taksitli satışlar caizdir. Fakat vadenin vakti geçince alınması lâzım gelen miktardan fazla para talep edilmesi ve alınması faiz olduğundan caiz degildir.

Bir ticaret yaparken kar oranı %50 den fazla olduğunda islam dinince bir sakınca var mı? Ya da bunun bir sınırı var mı?

Cevap;

İslamın bildirdiği sabit bir kar payı yoktur. Peygamber efendimiz (asm) kendisine gelen fiyatları sabitleme teklifini kabul etmemiş ve “Fiyatları belirleyen, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır.” buyurmuştur. (1)

Demek ki oran belirlerken piyasa fiyatlarını dikkate almak gerekir. Eğer piyasada oluşan bir fiyat yoksa iş kişinin vicdanına kalıyor. Bu noktada insan vicdanen düşünüp “Acaba bu Allah katında müşteriyi aldatmak sayılır mı?” diye değerlendirmelidir. Çünkü başka bir hadiste, “Bizi aldatan bizden değildir.” buyurulmuştur.(2)

Sonra kendini hayalen müşterinin yerine koymak ve “Aynısı bana yapılsa idi ne düşünürdüm?” diye sormak gerekir. Çünkü yine hadiste bildirilmiştir ki; “Bir kimse kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş sayılmaz.” (3)

1- Tirmizi, K. Büyu, 23

2- Müslim, İman, 43

3- Buhârî, İman, 7

Faiz ile kar payı arasında bir fark var mı? Faiz haram olduğuna göre kar payı da haram mı?

Cevap

Elbette bir fark var. Adı üzerinde, biri faiz; diğeri ortak yapılan bir ticaretten elde edilen kârdan düşen pay.

Bankaya para yatırıp karşılığında faiz alan adamın yatırdığı para ile iki yönden de ticaret yapılmıyor.

1- Kendisi ticaret yapmıyor. Çünkü, “sen benim paramla ister kazan ister kazanma, ben bir ay sonra senden % şu kadar fazlasını” alırım diyor.

2- Banka da esas olarak bununla ticaret yapmıyor. Faiz karşılığı başkalarına kredi olarak veriyor.

Halbuki kâr payı ile çalışan finans kurumlarında bu iki açıdan da faiz olmuyor.

1- Müşteri kendisi ticaret yapıyor. Yani, “ben gelecek ay % şu kadar fazlasını isterim” demiyor. Miktarı belli olmayan bir kâr ümidiyle yatırıyor. Eğer kurum zarar ederse. Kâr istemeye hakkı yok.

2- Banka da bu parayı faizli kredi vermek için kullanmıyor. Kendisine müracaat eden kredi müşterilerinin ihtiyaçları olan malları satın alıp üzerine kâr koyarak satıyor. Yani banka parayı, faizle değil ticaret yaparak kazanıyor.

Soru 1: Evi olmayıp da kirada oturan kişi ev almak için birikim yapıyorsa buna zekat düşer mi? Eğer düşerse birikimi ne kadar olursa zekat düşer?

Soru 2: Alacağa zekat düşer mi ? ve üzerinden bir yıl geçme hükmü alacaklılarda nasıl hesaplanır?

Cevap:

  1. İnsana hayatını sağlıklı bir şekilde idame etmek  için gerekli olan ev, ev eşyası, giyecek, ulaşım ve yiyecekler asli ihtiyaçlardandır. Bu ihtiyaçları temin etmek için biriktirilen paralarla onları karşılamak üzere sözlü ya da yazılı herhangi bir taahhüde girilmişse o zaman biriktirilen paralardan zekât vermek gerekmez. Taahhüde girildiğinde bu para, artık temel ihtiyaç için harcanmış demektir. Eğer taahüdde yani eve borçlanmamışsa  biriktirdiği para nisap miktarına ulaştığında zekat vermesi gerekiyor.
  2. Malın tam mülk olması şartının tabii bir sonucu olarak, bir kimsenin başkasının zimmetindeki alacağı için zekât verip vermeyeceği veya hangi şartlarda vereceği fakihler arasında tartışma konusu olmuştur.Fakihlerin çoğunluğuna göre alacaklar iki ana gruba ayrılır: a) Tahsil edileceği umulan alacaklar, yani ödeme imkânına sahip ve borcunu da kabul eden kimsedeki alacaklar zekâta tâbidir. Alacaklı, her sene diğer mallan ile birlikte bu alacağının zekâtını da öder. b) Tahsil edileceği umulmayan alacakların ise, ancak elde edilince zekâtı verilir. Elde edilince, geçmiş bütün yılların zekâtı ödenir diyenler de, sadece son bir yılın zekâtı ödenir diyenler de vardır. Hanefî müctehidlerine göre, elde edilmesinin üzerinden bir yıl geçmedikçe bu alacağın zekâtı ödenmez.Hanefî fakihleri, alacağın zekâtı konusunu biraz daha detaylı şekilde ele almışlar ve alacağı üç gruba ayırmışlardır:a) Kuvvetli alacak (deyn-i kavî): Borç verilmiş paralar ile ticaret mallarının bedelleri olan alacaklardır. Bunlar borçlular tarafından inkâr edilmedikçe, tahsil edildiklerinde geçen senelere ait zekâtları da verilmelidir. Fakat mükellef alacağından en az 40 dirhem (yani zekât nisabının 1/5’i kadar miktar) tahsil etmedikçe zekât borcunu ödemek zorunda değildir.b) Orta kuvvette alacak (deyn-i mutavassıt): Ev kirası gibi zekât mevzuu olmayan bir malın bedelidir. Bu alacakta da geçen senelerin zekât borcu gerçekleşir, ancak zekât borcunun ödenme mecburiyeti için alacaklının en az 200 dirhem miktarı (nisab miktarı kadar) tahsil etmesi gerekir.c) Zayıf alacak (deyn-i zaîf): Mal bedeli olmayan -mehir ve diyet gibi-alacaklardır. Bu tür alacak zekâta tâbi değildir. Tahsil edildikten sonra diğer şartların gerçekleşmesi ile zekâta tâbi olur.Fakihlerin bu konudaki farklı görüşlerinden hareketle bir özet vermek gerekirse; borçlu kabul ettiği ve ödeme gücüne sahip olduğu için ödenme ihtimali yüksek olan alacağın her yıl zekâtının verilmesi, borçlunun ödeme güçlüğü içinde bulunması veya ödemeyi kabul etmemesi gibi durumlarda ise elde edildikten sonra alacağın zekâtının verilmesi uygun olur.(1)

Gayr-ı mülimlerin yanında çalışmak veya onlara hizmet etmek uygun mudur?

Cevap

Müslüman bir kimsenin, gayri müslim ülkelere gittiğinde veya kendi ülkesinde  müslüman olmayan kimselerle muamelatta onlara nasıl davranmam lazım diye düşünür. Bir endişeye ve bir tereddüde düşer. Onlarla ilişkilerinde en çok tereddüde düşüren şey Maide suresindeki nehiydir.

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hristiyanları dostlar edinmeyin! Onlar birbirinin yârânıdırlar. Buna rağmen içinizden kim onları dost edinirse, artık şübhesiz o, onlardandır. Muhakkak ki Allah, zâlimler topluluğunu (inkârlarındaki ısrarları sebebiyle) hidâyete erdirmez.” (Maide 51)

Kur’an Kerim, belli bir asra, belli bir zamana hitap eden bir kitap değildir. O, her asırda sanki ter-u taze yeni nâzil oluyormuş  gibi tâzeliğini ve gençliğini muhâfaza etmektedir. Bu sebeple âyetlerin hükmü bâkidir. Kıyâmete kadar devam etmektedir.

Delil, metin kesinliği  (net) olduğu gibi, delil kesinliği de olmak gerekir. Halbuki tevil (yorumlama) ve olabilme imkanı da  vardır. Burda Kur’anın yasağı umumî değildir. Sınırlanmamıştır. Sırlanmamış bir şey şu şartlarda diyerek sınırlanabilir.  Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını  (şart) gösterse, ona itiraz olunmaz. Karar isteklinin muradına veya sebep olanın durumuna göre verilir. “  Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile yahudilik ve hrıstiyanlık noktasında onlara benzemek hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Bununla birlikte müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, beğenip almak neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan birisiyle evlensen elbette onu seveceksin.

Ayrıca, Asrı-ı Saadette peygamberimiz dinî büyük bir inkılab vücuda getirdi. Bu sebepten dolayı o zamanda bütün zihinler ve nazarlar dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve düşmanlığı din  noktasında toplayıp ona göre muhabbet ve düşmalık ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten iki yüzlü muamele çıkıyordu. Peygamberimiz ise safi, samimi içten  bağlılık istiyordu. Onlarla yapılan bu ilişkiyi kerih görüyordu. Lâkin şimdi âlemde görünen dünyevi ve medeni ilişkidir. Bir medeniyet yarışı ve rahat yaşama isteğidir. Bütün fikir ve nazarlar bu tarafa çevrilmiştir. Batı dünyası da artık dinden ziyade dünyaya bakıyorlar ve onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Bu sebeple onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini güzel bulup, güzel bulduklarımızı almaktır. Bu yakınlık her saadeet-i dünyeviyenin  esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dâhil değildir. Hem itikat kısmıyla, muamele (ilişki) kısmını bir birinden ayırmak gerek.  (Mektubat, münazarat, s.395-396)

 

GAYR-I MÜSLİMLERLE MÜNASEBETTEKİ ÖLÇÜLERİMİZ DAHİLDE NASIL OLMALI;

Allah indinde din olarak kabul edilen İslâmiyet, beşer için bir saadet ve rahmet kaynağıdır. Onun şefkat kanatları ve geniş müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin tabileri kendi dinlerinde görmedikleri/göremedikleri rahat ve refahı İslâmda ve müslüman memleketlerinde bulmuşlar, hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar bu husustaki ilâhî emirlere harfiyyen riayet etmişler, en geniş mânâda tatbik etmişlerdir. Harbî kafirin hakkı hayatı olmuş, cizye vermek kaydıyla bir müslim gibi canı, dini, mezhebi, namusu, şerfi, malı muhafaza altına alınmıştır.

Konuya açıklık getirmek için ayeti kerimeleri bir rehber kabul edelim. Bu konuda  Yüce Rabbimiz Ankebût Sûresi’nde şöyle buyurur:

“İçlerinden zulmedenler hâriç, ehl-i kitabla ancak o en güzel olan (sûret)le mücâdele edin ve deyin ki: “(Biz,) bize indirilene de size indirilene de îmân ettik; bizim İlâhımız da sizin İlâhınız da birdir ve biz ancak O’na teslîm olanlarız.”. (Ankebut 46)

Bu mânâyı teyit eden diğer bir âyet-i kerimenin meâli de şöyledir:

“Allah, din husûsunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi yasaklamaz. Şübhesiz ki Allah, adâletli olanları sever.” (Mümtehine / 8)

Ba ayet için Hz. Ebû Bekir (ra)’ın kızı Esmâ (ra) şöyle rivâyet eder: “Müşrik olan annem beni görmeye gelmişti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a: ‘Onu evime kabûl edip ikram ve ihsanda bulunayım mı?’ diye sordum. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm: ‘Evet annene ikram ve ihsanda bulun!’ buyurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.” (İbn-i Kesîr, c. 3, 484)

“Husûmet ve adâvetin (düşmanlığın) vakti bitti. İki harb-i umûmî (dünya savaşı) adâvetin ne kadar fenâ ve tahrîb edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezâhür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiâtı (günahları), -tecâvüz olmamak (Müslümanların haklarını çiğnememeleri) şartıyla- adâvetinizi celb etmesin (çekmesin)! Cehennem ve azâb-ı İlâhî kâfîdir onlara!” (Mektûbât, Hutbe-i Şâmiye, 418)

Kur’ân-I Kerim’de Ehlikitabın Yemeklerinin Yenileceği Ve Onlardan Olan Kadınlarla Evlenileceği Konusu:

“Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yiyeceği de size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Gerek mü’ min kadınlardan hür ve iffetli olanlar, gerekse siz den önce kendilerine kitab verilenlerden hür ve iffetli olan kadınlar, zinâdan kaçınan ve gizli dost edinmeyen iffetli kimseler olmak üzere, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde (size helâl kılındı).Artık kim îmânı (Allah’ı ve İlâhî hüküm leri) inkâr ederse, bu durumda şübhesiz ameli boşa gitmiştir; ve o, âhi ret te zarara uğrayanlardandır..” (Maide 5)

Peygamberimiz (a.s.m.) Hayber’i fethettikten sonra istirahate çekilmişti. Hayber Yahudilerinden Hâris’in kızı Zeyneb, “Muhammed, davar etinin neresini yemeyi daha çok sever?” diye sordu. Kol ve kürek etini yemeyi daha çok sevdiğini söylediler. Zeyneb hemen bir keçi kesti, kızarttı. Daha sonra da her yerine öldürücü zehir sürdü. Kol ve kürekleri ise daha fazla zehirledi. Peygamberimiz (asv)’in konak yerine götürdü. “Ya Ebâ Kasım, bunu sana hediye ediyorum” dedi. Peygamberimiz (asv), kızartmanın kolundan bir parça koparıp ağzına aldı veSahabeler yemeye başladılar. Fakat, onu yutmayarak hemen dışarı attı. Birden Ashabına ferman etti:, “Ellerinizi yemekten çekiniz! Şu kürek eti, ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor” buyurdu. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr İbn-il Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhuse dedi: “Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer padişah isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.” Burada da görüldüğü gibi, Peygamberimiz (asv) bir Yahudi bir kadının kesip pişirdiği hayvanın etini yemek için tereddüt etmemiştir.

Sahabeler, Şimdiki Müslümanların Avrupa’ya çalışmaya gitmesi gibi, Mekkedeki baskılardan dolayı Habeşistan’a hicret etmişler, orada gayrimüslimlerin işlerinde çalışmışlardı.

Meâllerini vediğimiz bu âyetler gibi, daha birçok ilâhî emirler ve hadis-i şeriflerin ışığı altında Müslümanların ehli kitap olan milletlerle ve İslâm topraklarında yaşayan gayr-ı müslimlerle muameleler  ve karşılıklı uyulması gereken esaslar belirtilmiştir. Dinimiz, hiçbir zaman onlar “kâfirdir” diye saf dışı bırakıp, alâkayı kesmemiş, onlarla inançla ve itikatla alâkalı olmayan sanayi, ticari, zirai, eğitim gibi birçok meselelerde ortak hareket etmiştir.

Pekala çekinilen nokta nedir? iman ve itikatla alâkalı meseleler ve velayettir. Kur’an’da yasaklanan velayetten maksat temsil ve yönetim yetkisi vermektir. İslam, müslümanların başka dinden olanlara kendilerini yönetme ve (vekâlet gibi bazı özel hukuk ilişkileri dışında) temsil yetkisi verme anlamındaki velayet ilişkisini yasaklıyor. Bunun dışında gayr-i müslimlerle ortaklık, komşuluk, sıradan arkadaşlık, onlara ikramda bulunmak gibi ilişki ve davranışlar yasaklamıyor. Gayr-i müslimlere iyi davranmayı, onlarla ilişkilerde adalet ölçülerine titizlikle riayet etmeyi de emrediyor.  (Mümtehine:60/8).

OLAYIN FIKHİ BOYUTU

Bir müslüman bir kâfirin hizmetinde bulunsa, yani bizzat kendi şahsına hizmet ederse, mutemede göre tenzihen mektuhtur. Fakat şahsına değil, tarla, fabrika, ziraat ve ticaret gibi işlerinde çalışırsa mekruh sayılmaz. Yani bir müslümanın gayr-i müslimin şahsına hizmet etmesi tavsiye edilmese de haram değildir. (el-Fıkıh ‘ala’l-Mezâhib el-Erbâa, c. 3, s. 125)

KISACA NE YAPMALIYIZ?

Adab ve muamelatta islami ölçülere riayet etmeli. Yiyeceklerde haram/helal noktasına dikkat etmeli. Tessettür ve mahremiyete elimizden geldiği kadar ehemmiyet göstermeliyiz.

İçki haram olduğu için, içki satılan bir yerden alış-veriş yapmıyoruz. Ancak alış-veriş yaptığımız yerlerin hemen hemen tamamında haram olduğunu bildiğimiz ürünler var. Burada özellikle içkinin baz alınmasının sebebi nedir?

Cevap:

İçkinin satışını açıkça yasaklayan bir kısım hadisler vardır. Bu açık yasağa rağmen ve topluma çok büyük zararı olan içkinin satıldığı dükkanlara girmek ve oradan alış-veriş yapmak müslümanca bir davranış olmaz. Çünkü orası yasak ve cidden zararlı bir ticaretin yapıldığı bir merkez konumundadır. İnançlı bir kimsenin böyle mekanlardan uzak durması gerekir.

İçki satışının haramiyetine dair iki hadis-i şerif şöyledir:

“Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı.” (Buhârî, Büyû 112)

“Kim içki satarsa, hınzır kasaplığı da yapsın” (Ebu Dâvud, Büyû 66)

Zekat Hakkında

Sadakalar (zekâtlar), Allah’dan bir farz olarak ancak, fakirlere, yoksullara, (zekâtı toplamak için me’mur kılınmakla) onun üzerine çalışanlara, kalbleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (âzâd edilmek üzere efendisiyle belli bir bedel karşılığında anlaşmış olan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara mahsustur… 1- fakir ile yoksulun farkı nedir? 2- Yolculara derken ne kastediliyor. Zengin birisi yolculukta ise zekat alabilirmi? 3- Zengin olup ta Allah yolunda olanlara zekat verilir mi? 4- Borçlunun ölçüsü nedir. Benim 2000 tl maaşım var. 1000 tl taksit ile ev aldım 50000 tl borcum var. böyle bir durumda kine zekat düşermi?

Cevap:

Zekat meselesi çok geniş bir konu olması hasebiyle, izahatlarımızı sizin sorduğunuz mevzular çerçevesinde ele alıp zekatın diğer meselelerine girmiyeceğiz sorunuzu da şıklara ayırıp izah edeceğiz. Çünkü hepsi başlı başına birer ünite başlıklarıdır.

Soru 1 

Fakir ile yoksulun farkı nedir?

Cevap:

Âyette bu sınıf “el-fukarâ ve’1-mesâkîn” şeklinde geçer. Zekât verilecek kişileri belirtmek üzere öncelikle zikredilen bu iki terim, şüphesiz tabii ve zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyecek olanları ifade etmektedir. Ancak bu iki terimin aynı âyette peş peşe zikredilmesini dikkate alan fakihler bu iki teri­min ayrı iki sınıfı mı yoksa aynı sınıfı mı ifade ettiğini, hangi ihtiyaç derece­lerini gösterdiklerini tartışmışlardır.

  1. a) Hanefîler, âyette zikredilen fakiri; ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçları­nı karşılayan malı olsa da gelirleri ihtiyaçlarını karşılayamayan, nisab mik­tarından daha az malı bulunan kimse olarak anlamışlardır. Miskin ise hiçbir geliri ve malı olmayan kimsedir. Bu tanımlar Ebû Hanîfe’den rivayet edilmiş, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hariç, diğer Hanefî fakihleri tarafından da benimsenmiştir. Mâlikîler’in fakir ve miskin tanımları da Ebû Hanîfe’nin tanımlarına yakındır.

 

  1. b) Şafiî ve Hanbelîler’e göre fakir; kendisinin ve bakmakla mükellef ol­duğu kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli malı ve kazancı olmayan kim­sedir. Miskin ise kendisine ve geçimini sağlamakla yükümlü kişilere yeterli olmamakla beraber, sahip olduğu mal ve kazançla kıt kanaat geçinebilen kişidir.Bu iki mezhebe göre fakir, miskinden daha fazla ihtiyaç içinde olan kimsedir.

Hanefîler’e göre tabii ihtiyaçlarından başka -artıcı olsun olmasın- nisaba ulaşan malı olan kimseye zekât verilmez.

Mezhep imamlarının ekserisi fakir ve miskini şöyle tarif ederler:

  1. Hiçbir malı ve geliri olamayanlar.

2. Malı ve geliri olupda bunlarla kendilerinin ve bakmakla yükümlü olduklarının ihtiyaçlarını karşılayamayan kimselerdir. (Diyanet İlmihali c.2,s.477)

Sonuç olarak

Temel ihtiyaçlar dışında ister artıcı vasıfta olsun ister bu vasfı taşımasın herhangi tür maldan nisaba sahip olan kimseye zekât veri­lemez. Nisab miktarından az mala sahip olan kişiye, sağlıklı ve kazancı da olsa zekât verilebilir. Çünkü şer’an zengin sayılmanın sınırı ve ölçüsü nisabdır. Nisabın altında mala sahip olanlar fakir, üstünde mal varlığı olan­lar zengin sayılır.

Soru 2

Yolculara derken ne kastediliyor. Zengin birisi yolculukta ise zekat alabilirmi?

Cevap:

Yolcu, ayette zekâtın sekizinci sarf yeri olarak ibnüssebîl “yol oğlu” anlamına gelen ibnüssebîl, yolcu, yola çıkmış ve bir sü­redir yolda olan kimse demektir. Yolda kalmış , memleketinden uzak düşüp varlıklı olduğu halde beraberinde kendisini memleketine ulaştıracak imkanı bulunmayan kimsedir.

 

Sonuç: Memleketinde zengin de olasa eğer yolda kalmış, yanında yoluna devam etmek veya memleketine dönmek için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar  o kişiye zekât verilir. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde, çeşitli baskılarla ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilerle, kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için dışarılarda ve yollarda yatanlara da ibnüssebîl fonundan zekât verilebilir.

Soru 3

Zengin olup ta Allah yolunda olanlara zekat verilir mi?

Cevap:

Âyette zekât verilecek yedinci grup için fî sebilillâh terimi zikredilmek­tedir. Kelime anlamı “Allah yolunda” demek olan fi sebîlillâh tabirinin -biri dar diğeri geniş- iki anlamı vardır:

  1. Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan.
  2. İslâm’ı yüceltmek uğruna bilfiil cihadda (sıcak harp) bulunan.

“Allah yolunda” tabirinin, zekât gelirinden Allah yolunda cihad için de bir fon ayrılması gerektiğini bildirdiği açıktır. Ancak cihad kavramının İslâm kültüründe geniş bir anlam yelpazesine sahip olması sebebiyle, âyetin bu ifadesinin kimleri ve ne tür faaliyetleri kapsadığı hususu İslâm bilginleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.

“Allah yolunda” tabirinin ilk planda “Allah yolunda savaşanlar (gaziler)” şeklinde anlaşılmış olması, âyetin İfade tarzından ziyade İslâm’ın yayılış dönemindeki sosyopolitik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. O dönemde cihadın en yaygın ve etkili yolu akınlar ve sıcak savaşlar olduğundan fakihler de din ve vatan yolunda savaşanlara zekât gelirinden fon ayrılmasını elzem görmüşler, bu yorum âdeta bütün fakihlerce benimsen­miştir.

Bazı fakihler bu fondan hac ve umre yapanlara, ilim tahsil edenlere ze­kât verilebileceğini, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş her türlü hayır kurumuna da bu fondan ödenek ayrılabileceğini söylerler.

Çağımızda bazı âlimler “Allah yolunda” tabirine geniş bir anlam yükle­yerek müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda gör­mektedir. Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ül­kelerin savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir. İslâm dini tebliği, yani kendisini duyurmayı ve tanıtmayı hem kendisine inananlara bir borç olarak yüklemiş, hem de bunu toplumun başta gelen görevlerinden saymıştır. (Diyanet İlmihali c.1,s.484)

Özetleyecek olursak: İslam alimleri, fi sebilillah kelimesini şu 4 ana  başlık altında ele aldıklarını görmekteyiz.

1- Allah yolunda cihad eden gaziler

2- Hanbeli mezhebi ve bazı Hanefi ulemasına güre hac da Allah yolunda olmak demektir. Delilleri ise şu hadistir.peygamberimiz(sav) hac Allah yolu kısımlarındandır,burmuştur. Dolayısıyla fakir olan kimseye hac edecek kadar zekat verilebilir.

3- Kasani ise el bedayi kitabinda , Allah yolunda terimini Allaha yaklaştıran bütün işler olarak tefsir etmiştir. Dolayısıyşla hayır yolunda bulunan herkes ihtiyaç sahibi ise buna girer. Çünkü fi sebilillah ifadesi mescit inşasını ve tamirini ve benzer yerleri de içine alır. (Vehbe Z., İslam fıkıh ansk., c.1,s.362,3,4)

4- Hanefilerden bir kısmı Allah yolunda ifadesini ilim öğrenmek manasında kullanmışlar.dolayısıyla ilim öğrenen kimse zengin de olsa zekat alabilir.(Vehbe Z., İslam fıkıh ansk., c.1,s.362,3,4)

Soru 4

Borçlunun ölçüsü nedir. Benim 2000 tl maaşım var. 1000 tl taksit ile ev aldım 50000 tl borcum var. böyle bir durumda kine zekat düşermi?

 

Cevap:

Sorunun izahına geçmeden önce konunun anlaşılması açısından burada belirtmemiz gereken birkaç husus olacak.

  1. Husus: Bazı mallar veya eşyalar var ki bu o kişilerde olsa da şer’an zengin sayılmiyor yani ona zekat düşmüyor. Mesken evleri,giyilen elbiseler,ev eşyası,binek hayvanları hizmet köleleri ve kullanılan silahlara zekat düşmez.(İslam fıkhı el hidaye tercümesi,c.1,s.217)

Not: Kalplerdekini ancak Allah bilir. Bazı kişiler zekat vermemek için birden(zaruret deyip) fazla eve giriliyor. Veya buna benzer meseleler mevzumuzun  dışında.

  1. Husus da şu ki :Malın üzerinde bir yıl geçmiş olması. Peygamber efendimiz(sav): “hiçbir malda ,üzerinde yıl geçmedikçe zekat yoktur.” buyurmaktadır. (Ebu Davud,c.1,s.228)
  2. Husus; Borcunu ödedikten sonra kalan malın nisap miktarına ulaşması. Malın nisap miktarına ulaşmış olması gerekiyor.( Buhari,c.1,s.189)
  3. Husus da: Buradaki diğer bir mesele de her ay alınan maaşın yıl sonu mu zekata tabi tutulacak yoksa aylık alındığında mı zekata tabi olma meselesi var.
  4. Husus : Borçlu olup da malı borcundan fazla olan kimseye ise, eğer faz­la olan malı nisap miktarı varsa o miktarın zekâtını vermesi farzdır..(El hidaye,c.1,s. 217)

Soruyu yukarıda belirtilen hususlar çerçecesinde ele almaya çalışalım.

Borçlu: Borcu olan ve borcundan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimseye borçlu denir. (Diyanet İlmihali,c.1,s.484)

Nisap miktarı malı olup da, malı kadar borcu bulunan kimse­ye  zekât farz değildir. Çünkü bu kimsenin her ne kadar nisap miktarı malı varsa da, bu malı ancak onun manevî hayatını kurta­rabilecek miktarda olduğu için ona, susuz ve çıplak olan kimsenin muhtaç olduğu su ve zaruri elbise kadar lüzumludur. Bu itibar ile bu kimsenin malı varsa da yok hükmündedir.( El hidaye,c.1,s. 216)

Memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi, berber gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarının zekâtı konusunda iki görüş vardır.

Klasik kaynaklardaki bilgileri değerlendiren ve onlardan hareketle bazı sonuçlara ulaşan çağımızdaki bilginlerin bir kısmına göre, ücretlilerin ve serbest meslek sahiplerinin gelirlerinin toplamı nisaba ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse, ihtiyaçlar giderilip borçlar düşüldükten sonra % 2.5’u zekât ola­rak verilir.

Bu görüş sahipleri bir malın zekâta tâbi olabilmesi için üzerinden bir ka­merî yılın geçmiş olması gerektiği noktasından hareket ederler.

Ebû Ubeyd, Hz. Ebû Bekir’in devlet gelirlerinden hak sahiplerine atâ adıyla maaş (veya devlet gelirlerinden pay) verirken onlara üzerinden bir sene geçen malları olup olmadığını sorduğunu, mükellefler müsbet cevap verirler­se, dağıttığı maaştan, o malların zekâtını aldığını, Hz. Osman’ın da aynı uygulamada bulunduğunu, Hz. Ali’nin “Kişinin yeni kazandığı malının üze­rinden bir sene geçmedikçe, o malda zekât tahakkuk etmez” dediğini, Ab­dullah b. Mes’ûd’un da aynı anlamda fetva vermiş olduğunu rivayet eder.

İkinci grup bilginler ise, bu tür gelirlerin zekâta tâbi tutulması için bir se­nelik sürenin geçmesini gereksiz görürler.

Diğer taraftan, kaynaklarda İbn Abbas, Muâviye ve Ömer b. Abdül-azîz’in yeni kazanılan maldan, sene geçme şartı aramadan zekât tahsil et­tikleri rivayet edilir.

Eski dönemlere oranla ekonomik şartların bir hayli değiştiği, enflasyo­nun âdeta kaçınılmaz olduğu ve tüketimin giderek arttığı günümüz toplum­larında işçi, memur ve serbest meslek sahiplerinin zekât vermesi için ihtiyaç fazlası gelirlerinin üzerinden bir yılın geçmesi gerektiğini söylemek fazla gerçekçi değildir. Belki daha uygun olan, bu tür düzenli geliri olan kimsele­rin aslî ve temel giderlerini, bu amaçlı tasarruf ve borçlarını düştükten sonra, arta kalan gelir yıl sonu itibariyle toplandığında nisab miktarına ulaşıyorsa, yılın tamamlanmasını beklemeden aylık gelirinden düzenli olarak % 2.5 oranında zekât vermesidir. Aslî ve temel giderler, yukarıda izah edilen havâic-i asliyye çerçevesine giren hususlardır.(diyanet ilmihali,c.1,s.462)

Sonuç: soruda belirtilen şekliyle 50000 TL mesken borçlanması ki bu da zaruri ihtiyaca giriyor. Bu borcu ödeyecek miktardan da fazla ( nisap miktarı) parası yoksa(ki yok gözüküyor) bu taktirde  bu  kişi borçlu sayılmaktadır.

Not: Geniş bilgi için bakınız:

İslam fıkıh ansiklopedisi,c.1,s.356-365

Kütüb-ü sitte,c.7,s.415-430

İslam fıkhı el hidaye,c.1,s.216-220

Diyanet İslam ilmihali,c.1,s.476-489

Zekati farz kilan Cenab-i Hakk onun nereye verilecegini de kendisi tayin etmistir: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düskünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (Islâm’a) isindirilacak olanlara, (hürriyetlerini satin almaya çalisan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalisip cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” ( Tevbe Suresi,60.Ayet )

Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) bir hadislerinde ” Bana zekat ver” diyen birisine söyle buyurmustu: “Yüce Allah zekatin verilecegi yerler hususunda ne bir peygamberin, ne de bir baskasinin hükmüne razi olmayarak, onunla ilgili hükmü kendisi verir.On sekiz sinifa taksim etti.Eger o sekiz sinifin içinde isen sana hakkini veririm” ( Ebu Davud, Zekat:24 ; Müsned,4:169 )

Ayette ve hadiste  geçen sekiz sinifi söyle açiklayabiliriz:

Fakirler ve miskinler: Hanefilere göre fakir, nisap miktari mala sahip olmayan kimsedir. Miskin ise hiçbir seyi olmayan kimsedir.Buna göre miskin, fakirden daha muhtaçdir. Safiilere göre ise, fakir hiçbir mal ve kazanci olmayan kimsedir.Miskin de, mali veya kazanci olup da geçimine kafi gelmeyen,yani gideri gelirinden fazla olan kimsedir.Buna göre fakir miskinden daha muhtaçdir.

Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) de bir hadislerinde miskinle ilgili olarak söyle buyurmustur: “Miskin, bir iki hurma veya bir iki lokma ile geri çevrilen degildir.Asil miskin, insanlardan bir sey istemedigi için onlar tarafindan durumu bilinmeyen, bu sebeple kendisine bir yardimin yapilmadigi kkimsedir.” ( Ebu Davud, Zekat:24 ; Buhari,Zekat:53 ; Müslim, Zekat:101 )

Zekat Memurlari: Zekat mallarinin toplanmasi, korunmasi, hesaplarinin tutulmasi ve layik olanlara dagitilmasi için devlet baskani veya yetkili kildigi kimse tarafindan görevlendirilen kisidir.Bu, çalisma karsiliginda alinan bir ücret oldugundan, zekat memurunun zengin olmasi zekattan hisse almasina engel degildir.

Müellefe-i kulub: Müellef-i kulub, gönülleri Islama isindirilanlar demektir.Bunlardan bazilari yeni Müslüman olmus inançlari zayif olan kimselerdir. Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) Islama isinmalari ve Müslümanlara zarar vermemeleri için onlara zekattan pay vermistir.Mesela Uyeyne bin Hisn ile Akra bin Habis, Peygamber Efendimiz Hazretleri (s.a.v) ‘nin bu gaye ile hisse verdigi kimselerdendi.

Fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) müellefe-i kuluba zekat vermemislerdir. Hz.Ömer(r.a), zekattan hisse isteyen Uyeyne bin Hisn ve Akra bin Habis’e “Resulullah (s.a.v) kalplerinizi Islama isindirmak için size hisse veriyordu.Artik Allah, dinin güçlendirmistir.Müslüman kalmaya devam ederseniz ne ala, aksi takdirde bizimle sizin aranizda kiliç vardir” demistir.

Hanefiler, müellefe-i kuluba zekat verilmeyecegi görüsündedir.Alimlerin çogunluguna göre ise, müellefe-i kuluba ihtiyaç aninda günümüzde de zekat verilebilir.Safiilere göre kafir olanlara zekat verilmez.

Köleler: Efendisiyle hürriyetine kavusmak üzere anlasan küleler de, kendilerine zekat

verilmesi gereken gruplardan birisidir.Bu da dinimizin insanlarin kölelikten kurtulmasi için gösterdigi gayretlerden birisidir.

  1. Borçlular: borcu olan ve borcundan başka nisap miktari mala sahip olmayan kimsedir.
  2. Allah yolunda cihat edenler: Allah’in dinini ve dince mukaddes tanina seyleri korumak,

Allah’in ismini yüceltmek için mücadele eden kimselerdir.Bunu sadece maddi cihad olarak anlamamak gerekir.Manevi cihad edenlere de zekat verilir.

Ayet-i kerimede geçen ve “Allah yolunda harcanma” olarak tercüme edilen “fi sebilillah” ifadesi, mutlak ve umuni olarak zikredilmistir.Bu tabir bazi fikih kitaplarimizda her ne kadar silahla cihada katilan gazilere ve yolda kalan hacilara tahsis edilmisde de ,tefsirlerde ve güvenilir fikih kitaplarimizda meseke daha genis olarak ele alinmistir.Mesela Hanefi mezhebi alimlerinden Imam Kasani, Bedaiu’s-Sanai isimli meshur eserinde bulunan ilgili olarak söyle der: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklastiran herseydir.Eger ihtiyaç varsa bu manaya, Allah’a itaat yolunda çalisan herkes ile bütün hayir yollari girer.”

“Fi sebilillah tabiri umumidir” diyen Fahreddin Razi, bu tabiri söyle açiklar.”Fi sebilillah tabiri sadece gazilere mahsus degildir. Zekat bütün hayir yollarina verilebilir. Ölülerin techiz ve tekfini, kale ve cami yapimi da bu tabirin içine girer.” ( Tefsir-i Kebir, 16:113 )

Elmalili Hamdi Yazir da, zekatin mücahidlere cihat malzemesi alinmak üzere sarfedilebilecegini söyler. (Hak Dini Kur’an Dili, 4:2581 )

  1. Yolcular: Parasizlik sebebiyle yolda kalmis olanlardir. Memleketlerinde zengin olsalar dahi böylelerine zekat verilir

İktisadi ilişkilerin yoğunlaşıp sermaye piyasasının önem kazandığı günümüzde hisse senetleri, sermaye piyasasının en önemli aracı haline gelmiş ve bir ortaklık belgesi olarak değil de bağımsız bir mal olarak alınıp satılmaya başlanmıştır.

Bu manada günümüzde borsanın temelini oluşturan hisse senedi alım-satımına iki farklı yönden bakmak gerekiyor:

  1. İmal edilmesi, ticarî hizmeti caiz olan bir konu ile meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir. Alan, şirketin malvarlığına hissesi nispetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir. (Piyasada bu tip holdinglerin sayısı da oldukça fazladır.)
  2. Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor. Gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor. Ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada soruda geçen ifadesiyle “oynamayı” her yönüyle makbul bir ticaret olarak değerlendirmek çok zor. (Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, s. 265, İst. 1999)

“İslam Konferansı Teşkilatı”na bağlı “İslam Fıkıh Akademisi”nin girişimiyle 1988 yılında Rabat’ta toplanan Borsa Semineri’nin sonuç bildirisinde ve adı geçen akademinin 1992 yılında Cidde’de yapılan VII. Dönem Toplantı’sında hisse senetlerinin kâr ve zarara iştirak etmesi sebebiyle, kural olarak helal olduğu, fakat şer’i hükmünün bunu çıkaran şirketin ticari işlem ve amaçlarının meşru oluşuyla yakından ilgili bulunduğu belirtilmiştir.

Şirketin faiz, içki imali ve ticareti, karaborsacılık, hile, yalan ve aldatma gibi dinen haram vasıtalarla kazanç sağlaması hâlinde, hisse senetlerini alıp satmanın ve bundan gelir elde etmenin haram ve günaha iştirak etmek olduğundan caiz olmayacağı bildirilmiştir.

Burada şunu da ifade edelim ki, faaliyet alanı haram işlemler yapma, dinen yasak hizmet ve mal üretiminde bulunma olmamakla beraber, bazı haram işlemlere taraf olması sebebiyle şirketin karına haram kazanç karışmış olması hallerinde ise, pay sahiplerinin bu miktarı yaklaşık olarak hesaplayıp kendisinin hayır ve hasenat niyeti ile olmaksızın ve toplum hakkı olduğu inancı ile hayır yolunda harcaması tavsiye edilmiştir.

 

Evet, çağımızın getirdiği fıkhî problemlerden olan borsa ve hisse senetleri hakkında bir kısım çağdaş din âlimleri caiz değil derken, çoğunluk ise caiz olduğu yönünde görüş birliği yapmışlardır. Ancak hisse senedi alınacak olan şirketin -yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- İslam’ın haram kıldığı içki veya domuz eti gibi mamullerin imalatını veya satımını yapmaması gerekiyor.

İMKB’de hisse senedi alıp satmanın İslami kurallara uygun olup olmadığına, şu konulara uygun olup olmadığına bakarak kararı vereceğiz:

  1. Doğrudan faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
  2. Şer’an mütekavvim olmayan, yani alınıp satılması helal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi…
  3. Mütekavvim, yani alınıp satılması helal olan mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muamelerlerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
  4. Ortak olunan şey helal bir üretim olmakla beraber, şirketi elinde bulunduran Müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak suretiyle onları desteklemek “günahda yardımlaşma” anlamı taşır. Halbuki bu Kur an’ı Kerim’de yasaklanmıştır,
  5. Yahudi ve Hristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir, gibi bir sonuç çıkarılabilir.
  6. Satın alınan hissenin fabrikanın tümüne nisbeti, yani kaçta kaçından ibaret olduğunu bilmek lazımdır. Yani alınan miktar belirsiz olmamalıdır.
  7. Mal olması gerekir. Sermayesi olmayan vücuh-kredi şirketi gibi, bir müesesenin hisselerini satın almak caiz değildir.
  8. Aslında helâl olan fakat İslâm’a uygun olarak çalıştırılmayan bir fabrikanın hisse senetlerine sahip olan birisinden alacağını alabilmek için, bu kişinin hisse senetlerini almak caizdir. Şu var ki, bu hisseleri bir an evvel elden çıkarıp satmak gerekir. Ve bu arada hissesine bir kâr düşerse, onu amme maslahatına veya fakirlere vermesi gerekir.
  9. İdaresine Müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup satıma konu olan şirket varlığını dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri isme muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir.

Ve bu Müslüman iş adamları, İslâmî teşebbüsler ve helal sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm’a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.(bk. Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/382-383).

Çalışmak ibadet midir?

Cevap;

İnsanın dünyaya gönderilmesindeki asıl gaye Allah’a ibadet etmektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 56) ayetini, 28. Lem’a’da şöyle tefsir ederek mevzuyu güzelce şerh etmiştir:

 

“İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete (ibadete) mâni’ tevehhüm edip (zannedip), kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: Sizler ubudiyet için halk olunmuşsunuz (yaratılmışsınız). Sizin Netice-i hılkatiniz (yaratılış neticeniz) ubudiyettir. Rızka çalışmak ise, emr-i İlahî noktasında bir nevi’ ubudiyettir. Benim mahlûkatımın ve rızıklarını deruhde ettiğim (üzerime aldığım) nefislerinizin ve iyalinizin (ailelerinizin) ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek güya bana aittir. Sizler bana ait rızık ve it’amı (yedirmeyi) ihzar etmek (hazırlamak) için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak (çokça rızık veren) benim. Sizin ve müteallikatınız olan (size bağlı olanların) ibadımın (kullarımın) rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” (28. Lem’a)

  1. Söz Namaz Risalesi’nde, bağında çalışan bir çiftçi misalinden yola çıkarak, çalışmanın ancak beş vakit namaz kılmak şartı ile ibadet sayılabileceğine şöyle işaret edilir:

“Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa’yin semeresi (çalışmanın neticesi), yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır (sınırlı) kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı ahretine (ahret katığına) ehemmiyetli bir memba (kaynak) olan, iki maden-i manevî bulursun:

[Birinci maden] Bütün bağındaki yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

[İkinci maden] Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese [hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun] sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlûkatına veren bir tevziat (dağıtım) memuru nazarıyla kendine baksan…”

  1. Söz’de de çalışmanın ibadet olması için namaz kılmak gerektiğine şu cümle ile işaret edilmiştir:

“Namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in matbaha-i rahmetinden (rahmet mutfağından) tayinatını (hisseni) aramak, başkalara bâr (yük) olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.”

Bununla beraber, çalışmanın ibadet olabilmesi için, helâl bir kazanç uğrunda çalışılıyor olması da şarttır.

Sanal altın satın almak caiz midir?

Cevap

Sanal satın almaktan kasdınız, internet üzerinden karşılığı olmadan almak ise bu caiz olmaz. Satın alınan şeyin bir karşılığı olması lazımdır.

Bununla birlikte bazı finans kurumlarının altın hesabı var. Bunda da iki mesele var.

  1. Eğer siz hesap açtığınızda sizin için merkezde vekalet yoluyla altın alınıyorsa ve bunu altın olarak çekebiliyorsanız, bu caiz oluyor

2. Eğer siz hesap açtığınızda sizin için vekaleten altın alınmıyorsa ve siz istediğinizde hesabınızı altın olarak alamıyorsanız bu caiz olmaz.